29/03/2006

Cercis siliquastrum (Erguvan)

Erguvan Zamanı

Kış soğuğunun hemen ardından çiçeklenen ağaçlar gösteriş yapmayı nedense çok severler. Ellerinden geldiğince dikkat çekmek veya kendini beğendirmek sevdasıyla abartılı bir süslenme çabası gösterirler. Gösteriş yapmanın ana kuralı ise yapraklanmadan daha önce tüm dallarını beyaz ve/veya uçuk pembe çiçeklerle taşarcasına bezemektir. Ancak, pembe, mor ve leylak renkli olanlar sanki güneşin biraz daha ısıtmasını, renkleri pişirmesini bekleyerek doğa sahnesinde biraz daha geç boy gösterirler. Bunlar arasında bir tanesi özellikle dikkati çeker. O bir gece içinde yüzlerce tondan pembe ve mor bir karışımı sabahın erken saatlerinde güneşle aynı anda doğurmak için telaş içindedir. O, yanından geçerken dikkatinizi mutlaka ama mutlaka çekecek bir renk cümbüşü ve bahar kokusu oluşturma hazırlığındadır. Daha bu sabaha kadar eviniz veya işyerinizin bahçesinde, yaya veya araçla geçiverip gittiğiniz sokağın veya caddenin bir tarafında çıplak, kış karası, kül rengi incecik dallarıyla hiç te dikkatinizi çekmeyen, sessiz sedasız bir köşede dinlenen ve aslında varlığı ve yokluğunu algılamadığınız bir ağaçtır o. Ne uzun, ne de kısa; basit ve sıradan bir ağaç gibidir. Oysa bir Mart sonu sabahında en küçücük dalına, dalcığına kadar parlak, göz alıcı pembemsi mor çiçeklerle doluverir birden bire. O sabah, tepeden tırnağa, baştan ayağa, kolları ve kucaklarını yaşama sevinci doldurarak yaşama sevincini paylaşır insanla.

Kökeni Doğu Akdeniz olan ve en yaygın adıyla “Yahuda ağacı (Judas tree)” olarak bilinen Cercis siliquastrum’dan söz ediyorum. Eski Yunanca kökenli bir sözcük olan cercis “ağaç”, latince bir sözcük olan siliquastrum ise “kapsüllü meyve” veya “bakla şekilli meyve” anlamına geliyor. Söylenti ve gerçek arası bilinmezliğin birine göre İsa’yı Romalılara ispiyonlayan havari Yahuda (Judas Iscariot), yaptığından o kadar pişman olur ki kendini bir ağaca asar. Ve o zamana kadar bembeyaz çiçekleri olan bu güzel ağaç günah işleyen Yahuda’dan öyle utanır ki renkleri pembeleşir, morarır, daha doğrusu kızarıp bozarır. İşte erguvan çiçeklerinin rengi, bir başka deyişle “erguvan” denilen renk söylentiye göre böyle oluşur. Belki öykünün geçtiği yerden dolayı ona böyle bir kutsal anlam yüklense de erguvanı bu şekilde anlamak yetersiz ve hatta biraz da haksızlık gibi geliyor insana. Çünkü, o gerçekte bir “aşk ağacı” ya da “Akdeniz tomurcuğu”dur. Zaten bu nedenle birçok dilde bu anlam yüklenerek anılır. Örneğin, İngilizler ona “love tree” veya “Mediterranean redbud”, İspanyollar “Árbol del amor” derler. Fransızlar “l'arbre de Judée” deseler de ondan bahsederken akıllarından mutlaka “l'arbre d'amour” geçtiğini düşünürüm. Yani, neşenin, coşkunun ya da aşkın ağacı. Çünkü o Akdeniz coşkusunun ve aşkın somutlaşmış görünümüdür. Zaten böyle oluşu yüzündendir ki, önce kutsal toprakların, sonra oryantal Romanın, Bizansın ve nihayetinde Osmanlının rengi gibidir erguvan. En azından dışsal değilse de içsel mekanda baskın bir renk olarak egemenlik kurabileceğini kestirmek hiç te zor değildir. Erguvanın rengini, çiçeklenmesini ve duruşunu anlatmak kolay bir şey değildir. Renk tayfında kızılötesi görünmezliğe kaçmak üzere olan renklerin ve bu renklerle özdeşleşen duyguların karışımıdır onun çiçekleri. O, her şairin birkaç şiirine dokundurduğu bahar kokulu bir tattır. O aşktır, sevgidir, doğuştur, coşkudur, abartıdır, şımarıklıktır, ayrılıştır ya da hüzündür. Belki de hepsinden birer tutam. Yapraklarıyla görmeyi beklediğiniz bir ağaç değil de, özellikle çiçekler takıştırılmış, süslenmiş bir gelin gibidir. O yüzdendir ki, Çukurova’da Kozan ve çevresinde ona “gelin ağacı” derler. Ne yerinde bir benzetme. Gelinin sevdiği oğlana kavuşma mutlululuğu ve aileden ayrılışının karışımdan oluşan gözyaşlarını hatırlayın. Ve düğün ki, coşkudur ve süslü bir eğlencedir. Evet, erguvana “gelin ağacı” demek herhalde bu kadar yerindedir. O, insanın coşku ve hüznü birlikte yaşamak isteğini; içsel dünyaya hapsedilmiş duygusal ateşler ile unutulmaya çalışılan acıların üstüne damlatılan göz yaşlarının ışıksal dönüşümünü simgeler.

Erguvanları keşfetmenin en kestirme yollarından biri kent parklarından birinde yürümektir. Peyzaj mimarları onları öyle yerleştirirler ki, çoğu kez tek başına ya da yan yanyana iki tane görebilirsiniz. Eğer büyükçe bir park düzlemindeydesiniz gözlerinizi bir duvar saati kadranı ölçekğinde saat altıdan onikiye kadar kaldırınca biraz ötede üç tane daha görebilirsiniz. Buna pek ihtiyaçları olmasa da yemyeşil çimlerin üzerinde yalnız onları görüp algılayasınız diye belki. Gözünüzü öylesine alır ki, ne yeşil çimleri, ne de onların üstüne tavaya yeni kırılmış yumurtalar gibi serpilmiş küçük beyaz bellis papatyalarını farkedersiniz. “Bana bakın” derler, “Yalnız bana bakın”. İşte onun seslendiği an erguvan zamanıdır. Bir bakıma haklı bir bencilliktir bu sesleniş. Çünkü böylesine abartılı gösteriş, bu büyük saltanat çok değil bir hafta sürecektir. Ve çiçekler yine bir aceleyle yerini böbrek şekilli yapraklara bırakmaya başlayacaktır. O da bir aceledir ya, kızılımtırak bir yeşilden başlayıp koyu yeşile döner yapraklar bir süre sonra. Derken ikinci haftada artık bol miktarda, fasülye benzeri sakal gibi uzayan tohumları içeren kapsülleri görürsünüz. Ve artık erguvan coşkusu gelecek yıl tam da bu zamanda gelmek üzere bir iki hafta içinde uçup gidiverecektir.

Benim erguvanlarıma gelince Çukurova Üniversitesi Kampüsü’nde ve neredeyse Ocak ayı başında fışkıran tüylü konaklar, imam kavukları; bunların ardından boylanan yabani hardalların dokuduğu sarı örtünün tam ufuk çizgisine yakın gökyüzü mavisine değdiği bir noktada alımlı yükselip dalgalanıverirler aniden. Sanki etrafındaki pembe ve ebruli güvercin gözlerinin otsu ve titrek renklerinin çekiciliğine açıkça meydan okuyarak onların üstünde dalgalanan pembe-mor bir renk denizi yaratırlar. Sanki bir an için, Japonya’nın kiraz ağaçları baskın egzotik parklarının bir gece içinde sökülüp Adana’ya getirildiğini, monte edildiğini düşünürüm onları görünce. Ya da erguvan zamanlarından birinde Boğaziçi’nden veya Adalar’dan postaya verilmiş bir yaz müjdesi mektubu almış gibi hissederim kendimi. Henüz ısıtmak ile üşütmek arası kararsızlıklar yaşayan bir havada, sabah rüzgarının meltemsi ama gizli bir hırçınlıkla salladığı dallarından pembe ve mor düşler yakalar gibi olurum. Çiçeklere dikkatle bakarım ve renklere daha bir aşina olanların tanıyabildiği şekersi renk tonlarını ben de keşfederim. Ya da çok eskilerden yakalarına pembe çiçek broşları iliştirilmiş elbiseler giyen hanımları ya da nadiren misafirlere açılarak masa üstüne serilen el işlemesi peçetelerin en çiçeksi, en cazibeli düşsel renklerini hatırlarım. Sanki nostalji nedir deseler, erguvan diyecek olurum.

Erguvanlar, baharın başında yaşamın kendisi kadar felsefesini de sunarlar bize. Bir yıl kadar uzun bir bekleyişin ardından yaprakların çıkmasını beklemeden önce çiçeklenmek gibi bir sabırsızlık gösterirler mesela. “Yeter artık bu kadar beklemek” demek gibi olur bu. Belki de bir yıllık, suskun ve sessiz içten çalışmanın, sabrın tam bir hafta sürecek renk zenginliğini sunma aceleciliğini ya da güzel bir ürüne dönüşme ödülünün coşkusunu fazlasıyla abartırlar. Tıpkı insanlar gibi, belirsiz bir şımarıklıkla övgü bekler gibi.

Doğanın taze yeşil örtüsünü yenilediği şu sıralar, Adana’da erguvan denizinde gezinmek, erguvansı yaşamak zamanıdır. Bu zaman, üstad Selahattin İçli’nin Acem Kürdî “Erguvan Zamanı Gel Bana Emi” şarkısını mırıldanarak erguvan çağrısına kulak vermenin zamanıdır. İşte erguvanlar kopya veriyor bize. Hiç değilse yılda bir kez, her şeye boş vererek coşalım diye. Abartılı biçimde hem de. Erguvan baharı başladı bile, unutmayın çok kısa ve hemen de geçmek üzere.


Adana, 28 Mart 2006

0 yorumlar:

Post a Comment

<< Home